Hepimizin de bildiği gibi, varlığın en küçük hali atomdur. O kadar küçükdür ki gözle görülmez, mikroslopla da görülmez ancak kuantum ışınlama teknolojisinden yararlanarak yapılan atom mikroskopları sayesinde rahatça görebiliriz.
Az çok kimya ve fizik bilmiyle uğraşanlar bilir.
İçinde bulunan nötron, proton ve elektronlar belirli bir uyum içinde bulunduğu maddenin özelliklerini koruyacak sayıda ve görev dağılımında hareket ederek atomun varlığını devam ettirirler.
Atomla ilgili çoğumuzun bilmediği bir özellik daha vardır.
Bu kadar küçük bir varlığın içinde, bir saniyeden daha kısa süre içinde var olup görevini yerine getirdikten sonra yok olan
bir bölümün bulunduğunu yıllar önce bilimsel bir dergide okumuştum.
Bu kadar küçük bir varlıkta var olan çoo küçük bir varlığın, kısa süre içinde var olup anında yok olduktan sonra, yapmış olduğu
görev, bu görevi yapması gerektiğini bilmesi; yok oluncaya kadar sadece ona odaklanıp gerçekleştirip sonra da yok olması, akademik olduğu kadar
normal insan içinse akıllara zarar bir konudur.
Canlılar aleminde de durum çok değişik değil aslında:
Liseli yıllarda okuduğum Montaıgne'nın denemelerinde bir bataklıkta yaşayan, sabah doğan akşam ölen bir sinekten bahseder.
Sabah doğar, biyolojik olarak yapması gereken güdülenmiş veya programlanmış (artık adına ne derseniz) görevini ifa eder, akşam ise hayatı biter.
Aynalı sazanları bilirsiniz ırmaktaki ters akıntıda yüzerek yumurtlayacağı yere gider veya gitmeye çalışır. Akıntının engelinin yanında bir de avcıların engeli vardır. Çok azı amacına ulaşır. Ulaşanların çoğu da ölür.
Somon balıkları da yumurtlamak için pusuda iştahla bekleyen ayıların pençelerinde hayatını sonlanacağını bile bile aynı taktiği uygular.
Onların çoğunun akıbeti de aynalı sazanlarınkine benzer.
Canlıların en büyük güdüsü yaşama güdüsü olmasına rağmen; bunları bile bile, güdülendikleri çoğalma iş güdüsüyle ne ters akıntıya karşı gitmek zorunda olmak ne de ayı pençelerinde hayatının son bulma, ayı midesine öğün olma korkusu onları yollarından geri çevirir.
Ne garip değil mi?
Ben gibi milyonlarca balığın her biri milyonlarca zaten yumurtluyor; ben de yok ırmaktı, yok ters akıntıydı, avcısıydı, ayısıydı uğraşmak istemiyorum, bu sene de yumurtlamayıvereyim arkadaş demez.
Bazı dostlarım iyi bilir. Yıllarca profesyonel anlamda arıcılık yaptığımdan, arıcılık konusunda hem pratik hem de teknik olarak uzman bilgisine sahibimdir.
Kovanda, erkek, işçi (dişi) ve ana arı olmak üzere üç ayrı arı bulunur. Bunların arasında, bal, polen, propolis getiren, balın konsantresini sağlayan, petek ören, iğnesi olduğu için kovanı savunan, yoğun çalısmaktan kaynaklı kırk gün civarı yaşayarak bunları gerçekleştiren dişi (işçi) arıdır.
İşçi arının bu kadar kısa yaşamasının sebebi, özellikle bahar zamanında çok yoğun çalışmasıdır. Kışın çok fazla çalışmadığından yaşam süresi doksan gün
gibi sürer.
Belki bilmiyorsunuzdur: Kovandaki iki arı çeşidinde iğne vardır. İşçi arı ve ana arıda. Ana arı iğnesini sadece iktidar mücadelesinde kovandaki diğer ana arıya
karşı kullanır. Dişi arı ise kovana veya kendisine saldırı olduğunda düşman gördüğü herşeye karşı kullanır ve iğne vücudundan bir parça kopartarak düşmanına batar; işte o vücudundan kopan parça, dişi arıyı ağır yaralayıp kısa süre sonra da öldürür.
Dişı arı; kovanda ben gibi seksen bin arı var, banane başkaları çok çalışsın, ben daha fazla yaşayayım; kovana saldırırlarsa saldırsınlar, başkası iğnesini kullansın,
ben niye kullanıp vücudumdan organ kopartıp acı içinde ölüyorum, zaten kovan içinde iktidar da olma şansım da yok, banane arkadaş demez.
Hem çok çalışarak; hem de, kovana saldıran düşmana karşı saldırıp kazanırken, aslında kaybeder ve bilinçli veya bilinçsizce kendini öldürür.
Sadece bir farkla: Birinde yavaş yavaş, diğerinde çok hızlı!
Sakın aklı yok demeyin, burada o kadar örnekler veririm ki aklınız şaşar; bak bir tanesini söyleyeyim; insanoğlu, havadaki elektronlarla yön bulabilir mi? Arı bulur. Şunu bilin arı, insanoğlundan yirmi sekiz kat daha fazla akıllıdır. İnsanoğlu sadece onun aklını kullanır.
Akıllıda, akılsız da olsan sonuçta ölüm!
Sonuçta; herşey, er yada geç, yazılışı bile soğuk bu kelimeye dayanmıyor mu?
Bu verdiğim örnekteki varlıklar amaçlarını yerine getirerek sonlanırlar.
Ama insan hiçbir zaman yapmak istediklerini bitirerek ölmez.
Adamın biri araba kullanırken çok bir ihtiyarın salya sümük ağladığını görür, merak eder durur, yaşlı amcanın yanına gelir. Yardım etmek istediğini belirten sevecen bir tavırla "niye ağlıyorsun amca?" der. Amca, babasının dövdüğünü söyleyince adam şaşırır. Merakla sorar: Amca sizin ve babanızın yaşı kaç diye sorar. Benim doksan, babamın ki yüz yirmi deyince şaşkınlığı iyice artar. Asıl şaşkınlığı, baban niye kulağını çekti sorusuna, dedeme dil çıkardığım için cevabını alınca yaşar.
Aslına bakarsanız, torunu tarafından dil çıkarılarak terbiyessizlik yapılan dedenin de henüz yapacağı iş bitmemiştir.
En azından torununu terbiye etmek gibi eksik kalan bir işi var.
Günümüz insanın genelinin en büyük amacı kendisi veya kendisiyle ilgili olanların yaşam standardını arttırma temeli uzerine kurulu. Özellikle de evlenmişse soyunu devam ettirme güdüsünü gerçekleştirip çocuk sahibi olunca, kendisini arka planda bırakarak yaşamını devam ettiriyor.
Bir biyolog, "her canlının amacı neslini devam ettirmektir, yavrusunu dünyaya getirince amacını yerine getirmiştir ve biyolojik olarak ölmüştür" der.
Yukardaki amaca göre düşünürsek, aslında bu hipotez bunu tam olmasa da, tama yakın şekilde açıklıyor.
Ama çok garip değil mi? Kendine benzeyen başka bir varlığı biyolojik olarak hayata getiriyorsun, o hayata gelince yaşasan da biyolojik olarak kendin ölüsün.
Bunu açıklarken bana alışkanlık, öğretiler demeyin; yumurtadan çıkan balıkta, karetta karettalarda yanlarında ana babası ve yol gösteren olmadığı halde gitmesi gereken yönü de yapması gerekeni de biliyor. Balıklar, kaplumbağalar için söz konusu olmayan niye insanlar için olsun.
Sonuçta, kendisinin ve en yakınındakini de öleceğini bilen tek varlık olan insan, oluşturmuş olduğu konforu, zenginliği birgün bırakacağını, hatta miras bırakacağı
kişilerin kendisinden önce ölmeyeceğinin garantisi olmadığı halde; kaldı ki olmaz da garantisi olsa bile onlarında öleceğinin bile bile çevresinde o kadar çok yaşanmış
örnek olduğu halde niye kendisi ve nesli odaklı ömür boyu uğraşır.
Yaşamı boyunca ne kadar konfor yaratırsa yaratsın, zamanı gelince tabutun konforsuzluğunda son yolculuğunu yapıp; kendisi de, kendi nesli de besin zincirinin bir parçası olur.
Aslında insanı da kendimizi de çok abartmaya gerek yok.
Abartmanın boş olduğunu, kendisine Koca Yunus çuvaldızı kendine batırarak ne güzel açıklamış: "Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm."
Kendisini öven, kibirlenen bizlerde farklı isimlerde görünmüşüz o kadar.
Peki, et, kemik, isim herkesde varsa, o zaman insanı insan yapan; hatta diğer insanlardan ayıran özelliği ne o zaman?
Alışkanlıklar ve güdüler mi?
Eğer böyleyse, diğer canlılardan farkımızı belirleyecek evrimimizi tamamlayamamışız demek ki!
Bence, insanı diğer canlılardan hatta diğer insanlardan ayıran özellik akıl ile orantılı olarak kurulan topluma faydalı edealler.
Bunu başarabilmek ise; neye inandığın, ne kadar inandığın, ne kadar uyguladığınla alakalı.
Üçüncüsü olmadımı dirayetsizce savunmada kalır, olan biteni inceleyerek durum değerlendirmesi yapar durursun; ama eğer bunları uygulayabilecek, objektif bilgi birikimin, pozitif yeterliliğin, cesaretin, dirayetin, kararlılığın yoksa, degil biri-ikisi, üçü de bir anlam ifade etmez. Mesnevi'de ne güzel demiş Mevlana: "Sen de Ali kolu ve kalbi yoksa Zülfikar neye yarar ki"
Şu bir gerçek ki, ister yararlı ister zararlı olsun idealleri olmayan insanı şu fıkra bence güzel açıklar:
Köylünün biri şehre gelip iş arar. Günlerce iş aradıktan sonra bir hastahanenin morgunda iş bulur. Gel zaman git zaman burada çalışırken, adamın birini öldü diye morga getirirler adam bir süre sonra kendine gelir, sağına soluna bakarak nerde olduğunu anlayıp, şaşkınlık ve panik halinde "ben ölmedim niye getirdiniz beni buraya" diye bağırmaya başlar. Bunu duyan bizimki, adama cevap verir: "Doktor sana öldü dedi, sen doktordan daha mı iyi bileceksin, sen öldün, yat, diğerleri gibi uslu ol ses çıkarma!"
Ben, yüze kadar yaşayan görmedim ama, "Bir türkü, çok yaşayan yüze kadar yaşıyor" der. Demek ki bu türkünün sözlerini yazan görmüş. Bunu deyince aklıma ne geldi: Adamın biri; yüz on kusur yaşında öldüğünde, kızı; "ömrüne doymadan gitti babam!" diye yas etmiş.
Doğrudur da, onun da yapmak istedikleri yarim kalmıştır. Aslında önemli olan yaşam yılı değil de onu nasıl kaliteli geçirdiğin değil mi?
Ama:
Kendi ve en yakınındakilerinin konforu için uğraşan, hiç bir ideali olmayan insanlara doktorun veya başkasının öldü demesine, morgda mola verdirip, sela sonrası tabut konforsuzluğunda taşıyıp, dört rekatlık saltanlık sürdürdükten sonra, besin zinciri için toprağa gömmeye gerek yoktur. O Zaten yaşarken ölüdür.
Hayırlı idealler doğrultusunda çalışıp, çevremize ışık vere vere bu ömrü bitirip, öldükten sonra bile de, karanlık yollara ışık verip aydınlatarak yaşamak dileğiyle;
Sağlık, huzur, saygıyla kalın