Hasan Barın
Çok önce yazmak isteyipte güncel olayların hücümundan kaynaklı geç kalan bir konu
Canlıların, olmazsa olmaz, olmadığı zamanda hayatının tehlikeye gireceği üç tane zoraki ihyiyacı vardır:
Beslenme, giyinme, barınma.
Ben bu yazımda özellikle gıda, gıdanın başlangıç noktası olan tarım faaliyetlerinin stratejik öneminden bahsetmeye çalışacağım.
Eski zamanlardaki kaleyi zaptetmenin savaş taktiğini bilirsiniz. Kale çembere alınarak giriş çıkış yasaklanır, kale içerisinde özellikle yiyeceğin içeceğin bitmesi beklenir. Açlık sıkıntısı çeken kaledeki halk arasında zamanla huzursuzluk ve iyi beslenemediklerinden de hastalıklar başlar. Bu sıkıntılara dayanamayan kale halkı en zonunda teslim olur. Eğer kalenin gıda stoğu yeterli ise kale ya teslim alınamaz ya da teslim alınması güçleşir.
Kalenin düşmana karşı dayanma gücü silahtan çok gıda stoğuyla doğru orantılıdır.
Osmanlı, Kanije Kalesi'ni fetheder, kaleyi dokuz bin askerle Tiryaki Hasan Paşa'ya emanet eder. Bunu duyup fırsat bilen Avusturya Arşidükü 2. Ferdinand en az otuz beş bin
askerle kısa sürede Kanije'yi geri almak umuduyla kaleyi kuşatır. Ama hesap etmediği Hasan Tiryaki Paşa'nın muazzam strateji, psikolojik harp bilgisidir.
Tiryaki Hasan Paşa'da, en az otuz beş bin askere dokuz bin askerle savunduğu Kanije Kalesi Savunması'nda da gıda üstüne oynadığı aldatmacalı garip bir taktik uygular. Önce gıda stoğunun çok iyi olduğuna yönelik yalançı mektuplar yazıp bu mektupların düşman eline geçmesini sağlar; karnımız tok keyfimiz pek hesabı akşamları eğlenceler düzenler, saldırılardan aladığı yaralardan ayakta duramayıp arkadaşına yaslanarak avazı çıktığı kadar marş söyleyen askerlerin neşe doşu sesinden düşmanın moralini bozar. En son ise düşman elçilerini
kaleye davet ederek onları kuş sütünün bile eksik olmadığı muazzam bir sofra hazırlatarak onları ağırlayarak herşeyimiz var gıdaları bitecek teslim olacak çok beklersiniz izlenimi verir.
Yalancıktan da olsa gıda lojistiğinin psikolojik olarak mahvettiği yenilmeye hazır düşman ordusunun işini ani bir saldırıyla, silahlar bitirir.
Psikolojik olarak mahvedilen Ferdinand'ın ordusu, ani bir saldırı sonucu, fazla değil, 47 büyük top, 14.000 tüfek; 60.000 çadır, 15.000 kazma kürek, binlerce erzak ve Ferdinand'ın altın tahtı ve otağı bırakıp kaçar.
Bakın bir örnek daha:
Selahaddin Eyubi, Kudüs Fethi Seeferi'nde ordusunu İsrail yakınlarındaki Teberiye Gölü yakınlarında otağını kurar. Kudüs Ordusunun çoğunluğu, bazılarının kaleden çıkmayalım uyarılarına rağmen Kudüs'ten çıkar, çölden yola koyulur. Gerçektende büyük bir tuzaktır ve bunun böyle olduğunu çöldeki kuyuların kapatıldığını gören ordu da kısa sürede anlar, geride dönemezler. Ordunun bir kısmı yollarda açlık ve susuzluktan savaşmadan telef olur; bitaf düşen ordusunun gerisini ise Selahaddin Eyubi'nin Ordusu kısa sürede halleder.
Çok eskilerden Atilla'dan benzer bir örnek:
Atilla, en az yüz bin kişilik bir ordunun yirmi bin kişilik ordusuna saldırmaya hazırlandığını öğrenir. Arkalarından dolanarak başta tahıl olmak üzere bütün tarım sahalarını yakar yıkar mahvedip kaçarak, koskoca orduyu tam kalbinden vurur. Koskoca ordu bekleyedursun. O kadar büyük orduyu doyurmak kolay mı!
Ordu, açlıktan, açlıktan kaynaklı hastalıklardan üç beş bine düşünce onları da Atilla'nın Ordusu halleder.
Bizden türkülerimize konu olmuş, her söylediğimizde canımızı yakan tarihi örnek:
"Giden gelmiyor aceb ne iştir" diye devam eden Yemen Türküsü'nü bilirsiniz. Yüzbinlerce şehit verdiğimiz koskoca orduya en çok zararı veren
saldırılardan çok açlık ve susuzluktur. Giden gelmemiş; Yemen'deki Türk mezarlarının sayısına baktığımızda, gidebilen de gelmemiş gelememiş!
Bir örnekte Kurtuluş Savaşımızdan:
Büyük Taaruz öncesi erzak deposunun bulunduğu köyden düşman askerlerininn çoğunluğunun ayrıldığı bilgisi gelir. Hemen baskın düzenlenerek
düşman orada nöbetçi kalan bir kaç asker temizlendikten sonra deponun bulunduğu yere gelinir. Yalnız bir sorun vardır: Köyden ayrılan düşman
askerleri geri dönebilir, silahtan daha değerli erzağı bırakmak ta olmaz, o kısa zaman diliminde o kadar erzağı çıkarma ve yükleyip götürme zamanları da yoktur.
Sadece bir çare vardır ama, ev yaşlı bir kadının evidir ve kadının eşi Çanakkale'de şehit düşmüş; tek çocuğu oğlu ise vatan muharebesinde
askerdir. Bunları, ne yapacağını kara kara düşünen birliğin başındaki komutanın yanına yaşlı kadın gelir: Oğlum niye kara kara düşünüyorsun oğlum, yak gitsin"
der.
Ve öyle yapar, kimsesi olmayan kadının tek dünyalığını cayır cayır yakıp oradan ayrılırlar. Ha bir gün sonra köylüler evi el birliği ile tekrardan yaparlar, bu da yardımlaşmaya örnek olacak ayrı bir yazı konusu.
Tarımla su kardeştir. Tarım varsa su; su varsa tarım vardır. Hem insan, için hem insanlık içindir.
Eski devirlerde de böyle değil miydi?
Medeniyetin geliştiği yer Mezopotomya'dır. Bunun tek nedeni ise sudur.
Mısır için de aynı şey söz konusudur.
Atatürk, lisenin birine ziyarette bulunur. Öğretmenden müsade alarak öğrencilere soru sorar: "Nil olmasaydı, Mısır ne olurdu?"
Öğrencilerden biri söz hakkı alır, söylediği cevap iki kelimeden oluşan abes sayılabilecek basit bir cümledir: "Hapı yutardı!" Bu, basit abes sayılabilecek cevap Atatürk'ün çok hoşuna gider, "aferin on" der.
Su medeniyettir, insanlıktır!
Çanakkale Savaşı esnasında yakındaki çeşmeden su almakla görevli askerler çeşmeyi gördüklerinde donakalırlar. Çeşmenin hemen kenarında düşman askerleri vardır ve
onlarda su almaya gelmişlerdir. Hiçbir çatışma olmaz, düşmanın su doldurmaları beklenir. Düşmanında bu minnettarlıkla dolu olaydan haberi olur. Kendi aralarında yazısız, suyla imza atılan
anlaşma olur: Kim önce gelmişse uzaktan su doldurmalarını bekler, işleri bitip uzaklaşınca çeşmenin başına gelirler.
Savaşta bile olsa onaylamıyorum ki su bizim topraklardan çıkıyor dolayısıyla bizimkilerin çeşmeyi zaptettiğini düşünün; ellerinde ne kadar modern olursa olsun o silahların barutlarını içecek halleri yok!
Suriye ve Irak'la bizden çıkan nehirler yüzünden kaç defa savaş durumuna geldiğimizi ben yaşındakiler hatırlar.
Türkiye'de tarım yapacak arazi de bol, dikkatli kullanılır ve yönlendirilirse su da var.
İzmir'den yola çıktığınızda yarım saat sonra, üzüm, sebze ambarı Manisa Ovası karşınıza çıkar, biraz daha ilerlediğiniz de Afyon Ovası, biraz daha ilerlediğinizde, buğday ambarı Konya Ovası, biraz daha ilerlediğimizde taş eksen pamuk çıkan Çukurova, biraz daha ilerde ise Gevurdağı'nın tepesinden bile ucu bucağı görülemeyen Harran. Diyarbakır'a yaklaştığınızda yolun ortasına o bereketli topraklarda yetişen Diyarbakır Karpuzu konsa yolun karşısını göremezsiniz. Bu arada üzerinden geçtiğiniz irili ufaklı nehirler saymakla bitmez.
Bu benim bir güzerhagtan giderken sayabildiklerim.
Bunu, daha Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu sıralarda en iyi gören Atatürk'tür. İzmir İktisat Kongresi'ne sadece iktisatçılar değil her ilden köylüleri çağırıp istişareler
yapıp projeler sunmalarına zemin hazırlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk açtığı fabrika ne silah fabrikası, ne araba fabrikasıdır; Uşak'ta açtığı Şeker Fabrikası'dır.
Ve, aynı zamanda ne güzel sözüdür; "Köylü Milletin Efendisidir."
Sabahın soğuğunda fırına gittiğimizde nasırlı toprak elleriyle sıcak ekmeği, seher güneşi sıcak gülümsemesiyle bize sunup karnımızın doymasına vesile olan gene köylü değil midir?
Hal böyleyken boş kalan, emekli tatil köyüne dönen bereket fışkıran köylerimizin bu hali can yakıcı olduğu kadar zenginliklerimize tezattır.
Ben, ne tarım eknomistim, ne ziraat mühendisi, ne de tarım stratisyeniyim. Bu yüzden durumların düzelmesi için akıl vermek benim haddime değil ama şunu çok iyi biliyorum; tarım, su, silah kadar stratejiktir.
Paramız olduğunda satan da olduğunda belki gıda sıkıntısı çekmeyiz ama yarın bir gün paran da olsa bana yermeyecek satmıyorum arkadaş dendiğinde yaşanacak sıkıntıları ve köylü sayısının iyice düşüp toprakların kullanılmaya kullanılmaya erozyona uğrayıp kullanılamaz hale geldiği zamanları hiç düşünmek bile istemiyorum.
Sağlık, huzur, saygıyla kalın